20 Ekim 2009 Salı

istanbul kıssaları


hiç bu kadar mavi değildi istanbul...

altı sene önce tahtakaleden aldığı ve 
büyük bir ihtimalle çalıntı olan cep telefonunun alarmı 
ikinci kez çaldığında, gece yarısından beri yağan yağmur 
hâlâ devam ediyordu...
gökyüzü ters dönmüş gri-siyah bir çanak 
misali boca etmişti içindeki bütün "rahmeti" istanbul'un üstüne...
son zamanlarda çok sık yaşandığı gibi... 
gökgürültüsü, şimşek çatırtıları da cabası...

çocuklar bitişik odada uyuyorlardı...
dört kızı vardı... birbirinden güzel ve akıllı...
babalarını çok seviyorlardı... bir dediğini iki etmezlerdi...

karısı kalkmış çayını demlemiş,
oldukça mütevazı sayılabilecek bir kahvaltı sofrası daha 
hazırlamıştı onun için tıpkı önceki sabahlarda olduğu gibi...

geç kalmak üzere olduğunu farkederek fırladı yatağından...

traşını oldu, eşofmanlarını giydi, 
iki gün önce mahalle pazarından sabahki koşu için on liraya aldığı...
"fazla bir şey yemeyeceğim, dokunur sonra... 
o kadar mesafe tok karnına yürünmez...
dün öyle dedi arkadaşlar fabrikadaki...
bir bardak çay içer, biri iki lokma atıştırır giderim"...
hafifçe başını sallayarak "peki" dedi karısı... hayatı boyunca yaptığı gibi...

kızların odasına bir göz attı usulca, uyuyorlardı mışıl mışıl...

sonra çalıştığı şirketin koşu için hazırlattığı 
mavi t-shirtü giydi aceleyle eşofmanının üstüne...
biraz dar geldi üst üste giyince, ama olsundu idare ederdi birkaç saatliğine...
aynı renk şapkasını da taktı kafasına, siyah şemsiyesini de aldı...
dış kapıya yöneldi...
tam o sırada bir ayağı kırık olduğundan dengesi bozuk portmantonun üstünde 
boş bir kağıt parçası gördü...
bir bloknottan koparılmış oracığa bırakılmıştı. "keşke biri gelse de şu kalemle üstüme birşeyler yazsa" der gibi serilmişti portmantonun üstü çizik dolu yüzeyinin üstüne... 
yanında da bir tükenmez kalem duruyordu...
en ucuzundan... ve de mavi...
sanki özellikle bırakılmıştı oracığa... 
çok eğreti duruyordu ikisi de, bir bacağı kırık ayakta zor duran
   kahverengi eski portmantonun üstünde... 
doğal bir durum gibi gelmedi, tuhafsadı bir an için...
kalemi aldı, alelacele bir şeyler karaladı kağıdın üstüne ve cebine atıverdi, 
karısıyla vedalaştı... soğuk, yabancı bir veda öpücüğü süsledi bu ânı yanaklarına kondurduğu...

koşar adım uzaklaştı evden... 
aslında arkasına bakmaya niyeti yoktu...
ama gözden kaybolmadan bir an önce yine de bakmak istedi karısına, 
durdu başını arkaya çevirdi...
ama göremedi çünkü çoktan kapıyı kapatmış girmişti içeri... 
son gördüğü eviyle ilgili aklında kalan, mavi boyalı kapılarıydı...
yeni boyatmıştı... parıl parıldı... son zamanlarda hayatındaki tek parıldayan şey oydu...
mahzun evinin yeni boyanmış mavi kapısı...

yağmur damlalarının arasında,
heyecanlıydı, endişeliydi, sıkkındı...
koşa koşa indi yokuşu...
yokuşun bitiminde onları köprü girişine, 
koşunun başlayacağı noktaya götürecek servis minibüsü bekliyordu... 
maviydi minibüs...
içinde de mavi tişörtlerini giymiş vardiya arkadaşları...
beklemekten sıkılmış minibüs ahalisinin homurtularının etkisiyle olması gerekenden çok daha fazla bir 
rutubet buğulamıştı minibüsün camlarını... 
zor görünüyordu içersi...

çok sevdiği tutkuyla bağlı olduğu ve yıllar önce kaybettiği, ölümünün üzerinden bunca 
zaman geçmesine rağmen hiç unutamadığı sevgili 
babasından kalan tek hatıra olan siyah, bir teli kırık şemsiyesini kapattı ve aceleyle bindi minibüse...

geç kalmayı hiç ama hiç sevmezdi... geç kalanları da...
gecikmiş olmasının verdiği mahcubiyetle, kimsenin yüzüne bakmadan
oturdu bulduğu ilk boş koltuğa... çok ama çok sıkıntılıydı...
belli etmemek için verdiği mücadele sıkıntısını, ayrı bir ıstırap kaynağıydı onun için...

birinci bölümün sonu...

18 Ekim 2009 Pazar

Alıp Başlarını Gittiler...

Alıp başlarını gittiler bilinmeyene, hem de dönmemecesine... 
Nerede o cumbalı evler, o sokaklar, kaldırımlar, çeşmeler, sebiller ve daha birçokları neredeler... Boynunu büküp sessizce, kibarca terkedenlerin yerini hoyratça, saygısızca işgal eden bu sevimsizlik, görgüsüzlük "anıt"ları nereden geldi... Niye kimse engel olmadı olamadı... Öyle bir ihtişamdan böyle bir ucubeyi nasıl devşirdik bilemiyorum anlayamayorum (Özdemir Asaf böyle yazar... ondan aparma)... "Hakîki irticâ" bu olsa gerek... Hemi de "irticâ"nın "ağababası"... :) Yeryüzünde bir benzeri daha olmayan, "eşsiz irticâ"... :)

Anlı şanlı Süleymaniye şimdilerde ve hatta çook uzun zamandır adeta bir "Harâbe"... Elâlem fazla uzak olmayan geçmişine ait bir taş parçasını bile gözü gibi korurken, biz nasıl oldu da bu şehre ve onun gözbebeği semtine kıydık... Süleymaniye başkentin başkentidir neredeyse... Konstantıniyye'nin en parlak günlerinin simgesidir... Muhteşem Süleyman'ın Muhteşem Sinan'a yaptırdığı Muhteşem Süleymaniye'ye kucak açmıştır bu belde... Nasıl olurda bu halde olur? 
Akıl alır gibi değil... 

İstanbul neye uğradığını şaşırdı... Herşey o kadar hızlı oldu ki... 1453'ten 1950'ye kadar 500 binlerde gezen nüfus, son 50 senede neredeyse 15 milyona fırladı... Buna "İstanbul" mu dayanır?
Yine iyi direndi zavallı... Başka şehir olsa dümdüz olurdu... Moğol istilası gibi bir şey bu... "Geldiler güzelim İstanbul'u mahvettiler", "Biz eskiden Beyoğlu'na şapkasız kravatsız gitmezdik" (Bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi'nden... Babam da kızar bu lafa... "kırmızı halılar serilir istiklal caddesinin girişine... pabuçlarını çıkarıp beyoğluna yanlarında taşıdıkları terlikleriyle girerdi  insanlar " diye dalgasını geçer... "biz beyoğlu'nun cemaziye-l evvelini biliriz" demeyi de ihmal etmez... "cemaziye-l evvel"  hikayesi de çok komik daha sonra anlatırım... aslında bir ara babamı da anlatmam ondan da bahsetmem lazım, o artık sayıları gittikçe azalan tipik bir "istanbul efendisi"dir... tanınması, kayda geçmesi gerek) diyenlerden değilim... İstanbul'un yeni sakinlerine kızmıyorum da... Aksine onları anlamaya çalışıyorum, yaşadıklarının büyük bir travma olduğunu biliyorum... Objektif bir biçimde öğrenmeye anlamaya çalışıyorum olanı biteni... 

Aslında müthiş bir değişim yaşandı hâlâ da devam ediyor... Birileri bu efsanevî değişimin derli toplu bir tarihini yazmalı mutlaka... 

Çok dinamik, renkli, heyecan verici bir şehir İstanbul. Örneğin Kadıköy'den Taksim'e çıkmak önceden kestiremeyeceğiniz bir çok olaya gebe olabilir... Binbir çeşit insanla, olayla karşılaşabilirsiniz... 

Her köşesi ayrı bir renk bu şehrin... Boğaz deseniz apayrı bir "medeniyet"... (Abdülhak Şinasi Hisar söylüyor. Ben onun yalancısıyım. Bu arada onun "Boğaziçi Mehtapları"nı okumanızı öneririm. Klasik İstanbul Müziğiyle ilgilenen herkesin özellikle de müzisyen arkadaşların... Bu kitabı okuduktan sonra daha farklı müzik yapacaklarını iddia edebilirim...) Tarihi yarımada, Pera, Haliç, Üsküdar hepsi ayrı birer masal beldesi gibi...

Planlı programlı bir değişim olsaydı daha mı iyi olurdu acaba? Gelenler şaşırmasaydı, burada neyle karşılaşacaklarını bilerek hazırlıklı gelselerdi gelmeleri sağlansaydı ya da... Buranın sakinleri korkup kaçmasalardı, koruyabilselerdi kültürlerini kötü mü olurdu? Neyse olan oldu... Bari bundan sonrası ne yapacağımızı düşünelim, konuşalım, yazalım... :) Eğer İstanbul'un dertleriyle dertleniyorsak bunca derdimizin arasında... Belki de bir gün bakacağız ki "derman ararken derdine İstanbul'un" meğer "derdi ona derman imiş"... tamam buldum çözümü nerde arayacağımızı... :)

MERHABA


Bu blog'u oluşturmaktaki amacım, Doğu Roma'nın, Bizans'ın ve Osmanlı'nın başkenti, yeni arkeolojik bulgulara göre yaklaşık sekizbin yıllık tarihi olduğu ortaya çıkan rüya şehir İstanbul'la ilgili kişisel düşüncelerimi, duygularımı, notlarımı, fotoğraflarımı, alıntılarımı, bu medeniyete ait gördüğüm, okuduğum, dinlediğim herşeyi sizlerle paylaşmak... Elimden geldiğince nasıl muhteşem bir şehirde yaşadığımızın daha çok insan tarafından farkedilmesini sağlamaya çalışmak...